Ubasute
“Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük; bir başka bahar için sadece yaprak döktük." Mevlana
Mart ayı başlarında İtalya, vaka ve ölüm sayılarının hızla yükselmesi nedeniyle Covid-19 salgının dünyadaki merkezi olmuştu. İtalyan sağlık sistemi bu ani artışı kaldıramamış, doktorlar solunum cihazlarını kimin için kullanacaklarını seçmek zorunda kalmışlardı. Genç bir hastayı yaşatabilmek için yaşlı hastaları ölüme terk ederken, genç ve sağlıklı olanlara öncelik tanınıyordu. Böyle ağır bir karar vermek mecburiyetinde kalan doktorların hikayeleri kadar görüntüleri de ürkütücüydü. Tuhaf beyaz tulumlar içinde bilim kurgu filmlerinden fırlamış gibi görünen, tükenmiş doktorlar. Üst üste taktıkları maskelerden, yüzleri yara bere içinde hemşireler. Ailelerinden uzak, gece gündüz hiç de insani olmayan koşullarda, hayat kurtarma savaşında sağlık çalışanları. Kendi canları pahasına, baskı altında görevlerini yapmaya çalışan tüm bu özverili insanlar.
Oysa biz o aralar sosyal medyada balkonlarında arya söyleyen sopranoları izliyorduk. WhatsApp gruplarında “Bella Ciao” ile yankılanan boş İtalyan sokaklarının videolarını paylaşıyorduk. Karantina nedeniyle sokağa çıkamayan İtalyan halkı pencerelerde şarkı söyleyerek direniyor ve daha önce tanıklık etmediğimiz türden bir dayanışma yaşıyordu. Biz bu videolar ile oyalanırken yaşlı insanlar ailelerinden uzak, yalnız başlarına, hastane odalarında boğularak can veriyordu. Bu haberler dünyada yaşanan ve yakında bizleri de etkisi altına alacak olan felaketin dehşet boyutunun ön habercileriydi. Korku içinde dünyada olup biteni izlerken, henüz Türkiye’de hiçbir vaka açıklanmamıştı.
11 Mart tarihinde ülkemizde ilk resmi Koronavirüs vakası açıklandı. Aynı gün, uçak biletimi iptal ederek, arabayla son canlı sınıf eğitimimi vermek üzere, İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola çıkıyordum. Maskelerim, dezenfektanım, kolonyam ve kaygılarım ile birlikte. Benim hayatımda “yeni normale” geçiş tarihiydi 11 Mart günü. “Eski normal”, “yeni normal”, bunun nesi normal olduğunu hâlâ anlayamadığım tuhaflıklar silsilesinin başlangıcı.
Döndükten sonra karantinalar, sokağa çıkma yasakları, evde çalışma ile bir anda sanal bir dünyaya hapsolmuştum. 6 ay oldu. Kaygı, korku ve özlem ile geçen koskoca 6 ay. Mayıs’a, Haziran’a, yok Eylül’e kadar derken uzun bir süre daha böyle devam edeceğimiz gün gibi ortada.
Yıllar önce İstanbul film festivalinde hiç unutamadığım bir Japon filmi izlemiştim. Merak edenler için “The Ballad of Narayama – Narayama Türküsü”. Türkçe altyazı ile internetten izleyebilirsiniz. Bu film, izlediğim dönem beni sert bir tokat gibi çarpmış, insan doğası ve ilkelliği üzerine bir hayli düşündürmüştü. Pandemiden en çok etkilenen grup olan yaşlıların değersizleştirilmesi üzerine düşünürken aklıma gelen filmi, tekrar izlemek istedim. İtiraf etmeliyim ki bu ara yüreğim pek kaldıramayacağı için vazgeçtim. İzlemesi bayağı zor bir film. Uyarmadı demeyin.
Film, şiirlere, destanlara konu olmuş “Ubasute” isimli bir Japon geleneğini anlatıyor. Hikaye 19. Yüzyılın başlarında Narayama dağının eteğinde küçük fakir bir Japon köyünde geçiyor. Köy halkı, bakmakta zorlandıkları 70 yaşına gelmiş yaşlı ebeveynlerini dağa çıkararak açlığa ve ölüme terkediyor. Filmin kahramanı yaşlı kadın, sağlıklı olmasına rağmen 70 yaşına yaklaştığı için geleneğe uygun olarak zamanını beklerken bir taraftan da oğlu ve ailesi için birtakım işleri yoluna koymaya çalışıyor. Anne bu zalim geleneği haysiyetle kabullenirken, oğlunun çaresizliğine, sevgisine ve geleneği sorgulamasına tanıklık ediyoruz. Filmde vahşi doğa koşulları ve insanın vahşi doğası çarpıcı sahneler ile anlatılıyor.
“Ubasute”nin batıdaki karşışılığı ise “Granny dumping”. “Büyükanneyi bırakmak” gibi tercüme edebileceğim bu terim, finansal güçlükler, tükenmişlik ve kaynak yetersizliği gibi nedenlerden dolayı bir aile büyüğünü bir bakım evine bırakmak anlamına geliyor.
Araştırmalar dünyadaki pandemi ölümlerinin %90’dan fazlasının 65 yaş üzeri olduğunu gösteriyor. Bunların da büyük bir kısmı huzur evlerinde, yaşlı bakım merkezlerinde olanlar. Bizim toplumumuzda her ne kadar yaşlı büyüklerimizi sahiplensek de batı toplumunda yaşlı nüfus daha iyi bakılacakları huzur evlerinde yaşamlarının son yıllarını geçiriyor.
Araştırma sonuçlarına göre, ABD’de kayıtlı Covid19 ölümlerinin %40’ı bu bakım evlerinde gerçekleşti. Sevdiklerinden uzak yapayalnız bu ölümleri düşünmek yüreğimi yakıyor.
Bizim ülkemizde ise 65 yaş üzeri vatandaşlar, “koruma” adı altında ev hapsine mahkum oldular. Bu kısıtlamaların nedeni gerçekten bu yaş grubunu hastalıktan korumak mı? Düşünmeden edemiyorum. İnsanlık tarihine baktığımızda,
Sanayi devriminden beri, insanın değeri ekonomiye katkısı ile ölçülüyor. Güçlü olan hayatta kalıyor, üretmeyen değersizleştiriliyor. Her şeye fayda, kazanç gözlüğünden bakılması, kendimize, başka insanlara ve doğaya yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Her şeye verimlilik olarak bakmaya başladığımızda insani değerler, deneyim ve bilgelik maalesef tedavülden kalkıyor.
Kapitalist düzende insan sadece sahip oldukları ve tükettiği kadar önemli oluyor. İyi bir yaşam maddi zenginlik, güç ve konfor olarak tanımlanıyor. İşin gerçeği şu ki bu yaklaşım beklenen mutluluğu getirmiyor.
21. yüzyılda ise hayatta kalabilmeyi belirleyen unsur teknoloji. Değer katmanın ve var olmanın yolu teknolojiden geçiyor. Günümüz insanı, bilim ve teknolojide yaşanan ilerleme nedeniyle, dünyaya ve doğaya egemen olduğunu sanıyor. Açgözlülük ile sorumsuzca tüm kaynakları tüketiyor. Oysa altı aydır yaşadıklarımız bize insanoğlunun güçsüzlüğünü ne kadar çarpıcı bir şekilde gösterdi. Aman yanlış anlaşılmasın hiçbir şekilde teknoloji karşıtı değilim. Ben insanoğlunun bu yanlış anlayışına takılmış durumdayım.Sadece insani değerler ve bilgeliğin paha biçilmez olduğuna tüm kalbimle inanıyorum.
Sanırım biraz sert bir yazı oldu. Pandemi ve yüksek doz teknolojinin yansıması olabilir mi acaba ? Bilemiyorum. Hadi gelin bu yazıyı tatlıya bağlayalım. Mevlana ile bitirelim.
“Sanmasınlar yıkıldık,
sanmasınlar çöktük;
bir başka bahar için
sadece yaprak döktük.”
Mevlana